Wednesday, July 31, 2013

Francesco Zizola is an Italian photojournalist



and a founding member of NOOR photo agency.


Francesco's Story

Born in 1962, since 1980's he has documented the world's major conflicts and their hidden crisis, focusing on the social and humanitarian issues that define life in the developing world as well as in western countries. A strong ethical commitment and a distinctive aesthetic eye are specific features of his pictures. His assignments and personal projects have taken him around the world, giving him the opportunity to carefully portray conflicts and crisis often disregarded by the mainstream media. In 2008 he founded 10b Photography (Rome, Italy), a multipurpose centre for digital photography promoting photography culture through exhibitions, workshops and lectures. He received several awards over the years, including nine awards in World Press Photo contests and four Picture of the Year International awards (POYi). In 2003 Henri Cartier Bresson included one of Francesco's pictures among his 100 favourites. This collection was made into an exhibition - Les Choix d'Henri Cartier Bresson - and a book. Francesco published five books, among which Iraq (Ega/Amnesty International, 2007) and Born Somewhere (Delpire/Fusi Orari, 2004), an extensive work on the living conditions of children from 27 different countries. Francesco lives in Rome, Italy.














 











 













Thursday, July 25, 2013

“Oğlumu askerde öldürdüler, bir tabutu bile çok gördüler”



Fotoğraf: Doğu Eroğlu
Zorunlu askerliğini Elazığ’da yapan Emek Partili Mazlum Aksu, “G-3 piyade tüfeği ile intihar” furyasının son kurbanı oldu. Aksu’nun 5 kilogramdan ağır tüfeği şakağına dayayarak intihar ettiği iddiası, 2012’da G-3 tüfeğinden çıkan iki kurşunla intihar ettiği ileri sürülen Yılmaz Çelgin’i, 2010’da hayatını kaybeden Serhat Yıldız’ı ve 2011’de G-3’ten çıkan kurşunun kafasının arkasından girmesiyle intihar ettiği söylenen Uğur Pamuk’u akıllara getirdi. Ensesinden giren kurşunla intihar eden, intihar ettiği nöbet kulübesinde kan izine veya kurşun deliğine rastlanmayan Uğur Pamuk’un babası Mehmet Reşat Pamuk, “kışlada intihar”ın arkasında yatanları ve iki yıldır süren adalet arayışını Türkiye’den Şiddet Hikayeleri’ne anlattı.
Röportaj: Doğu Eroğlu
Uğur’un askerliği süresince üstleriyle herhangi bir sorun yaşadığı veya kötü muamele gördüğü oldu mu?
Acemi askerliğinden sonra Uğur’u, Iğdır Özdemir Karakolu’na kendi ellerimle teslim ettim. Maddi ya da manevi hiçbir sorunu yoktu diye biliyorduk. Ancak sonra arkadaşlarından bazı şeyler öğrendik. Uğur bize anlatmıyormuş ama Iğdır’da çok eziyet çektirmiş komutanları; dövmüşler, küfretmişler, nöbet çizelgesinde olmamasına rağmen defalarca tek başına nöbete göndermişler. Hatta bir seferinde arkadaşı duruma itiraz edip, “Listede ismi yok, neden gönderiyorsunuz” diye sormuş. “Bölük komutanının emri” demişler.
Komutanlarla olan anlaşmazlığın sebebini öğrenebildiniz mi?
Anlaşmazlıkları uzun zamandır varmış ama bizim bildiğimiz tek olay, karakoldaki aracın kaza yapması üzerine yaşananlar. Özdemir Karakolu’nun arabası kaza yapınca alay komutanı Hasan Nevzat Taşdeler askerlerden para toplamış. Uğur ve birkaç kişi bu keyfi uygulamaya itiraz edip para vermemişler ama Diyarbakırlı ve Kürt olduğu için özellikle Uğur’u dövmüş komutan. “Senin askerliğini bitirtmeyeceğim” demiş. Bu olay olduğunda Uğur’un terhis olmasına yaklaşık 20 gün vardı.
Bu olanları Uğur akrabalarına veya kışla dışındaki arkadaşlarından birine anlatmış mı?
Vurulmasından üç gün önce amcama telefon edip, “Amca durumum kötü, komutanlar beni öldürecek” demiş. Amcam, “Oğlum, durum o kadar kötüyse kaç ya da babana haber ver” diye cevap vermiş. Uğur da, “Babamı ararsam benden önce onu öldürürler” diye konuşmuş. Bize söylememesi için tehdit ediyorlarmış yani. Bu konuşmadan da çok sonra haberimiz oldu. Son telefon görüşmemizde terhisine yakın Iğdır’a geleceğimi, Diyarbakır’a birlikte döneceğimizi söyledim. Uğur bunun üzerine, “Baba sen gelene kadar…” dedi. Ne anlatmaya çalıştığını anlayamadım ama içime çok dert oldu. Tekrar aradım, “Ne demek istedin” diye sordum. “Boşver, bir şey yok” dedi.
Komutanla Uğur arasındaki husumeti, Uğur’un infazına vardıran olay neydi?
Uğur 22 Nisan 2011’de öldürüldü. O sırada yaklaşan genel seçimlerden ötürü ülkede gerilimli bir hava vardı ve Diyarbakır’da da her gün olaylar çıkıyordu. Yemekhanede akşam yemeği yendiği sırada televizyonda Diyarbakır’da olanları gören Rizeli bir asker, “Kürtler şöyle, Kürtler böyle” diyerek küfretmeye başlamış. Uğur da, “Ben de Diyarbakırlı ve Kürt’üm. Benim yanımda küfretmeye utanmıyor musun?” deyip kızmış ve kavga etmeye başlamışlar. Çok geçmeden Uğur’u komutanlar çağırmış. Uğur’u apar topar götürmüşler ve bir daha onu sağ gören olmamış. Yediği yemeği bile bitirememiş; otopsi raporunda midesinde 50 gram kuru fasulye tespit edilmiş. Yani iki kaşık ya yemiş ya yememiş.
Türkiye'de kullanılan yaklaşık 4 buçuk kilogram ağırlığında, 1 metre uzunluğundaki G-3 piyade tüfeği. Fotoğraf: Murat Kibritoğlu - DHA
Türkiye’de kullanılan yaklaşık 4 buçuk kilogram ağırlığında, 1 metre uzunluğundaki G-3 piyade tüfeği. Fotoğraf: Murat Kibritoğlu – DHA
İnfaz nasıl gerçekleşmiş?
Kömürlüğe götürüyorlar. Diz çöktürüp, kafasını yere bastırıyorlar. Ensesinden bir el ateş etmişler, kurşun kafasının ön tarafından çıkmış. Ertesi sabah saat 09:00’da cenazesini nöbet kulübesine götürüp üzerine tüfeğini bırakmışlar. Akşam 18:30’da da telefonla “Uğur kendini nöbet kulübesine kilitleyip G-3 tüfeğiyle intihar etmiş” diye haber verdiler. İntihar ettiyse durumu bildirmek için niçin akşamı beklediler bilmiyorum. Haberi alır almaz yola çıktık.
Karakola vardığınızda nasıl bir manzarayla karşılaştınız?
Karakola gittiğimizde cenazemizi Malatya’ya yollamışlardı bile. Karakolun ışıkları yanmıyordu; bütün lambaları söndürüp herkesin eline fener vermişlerdi. Biz olay yerini tam göremeyelim diye kendilerince böyle bir önlem almışlar. Avukatımızla birlikte Uğur’un intihar ettiği iddia edilen kulübeye gittik. Nöbet yerinde ne bir kan lekesi, ne de bir kurşun izi vardı. Çok güçlü bir silahtır G-3, o küçücük nöbet kulübesinde patlasa her yer parçalanırdı. Halbuki bir cam bile kırılmamıştı. Avukat, “Yüzde yüz bu çocuk burada intihar etmemiş” dedi. Komutanlar da Uğur’u kulübede bulduklarını söylediler. Telefonda kapının kilitli olduğunu söylemişlerdi ancak kulübede ne kapı vardı, ne de kapının takılacağı kasa. “Hani kapı?” diye sorduk, “Çıkarttık” dediler. “Bu kapının takıldığı kasa nerede?” dedik, cevap veremediler. Olayın telaşından ne yapacaklarını bilemememişler, belki de bizim o kadar çabuk geleceğimizi tahmin edemediklerinden hazırlık yapamamışlar. Olay yerinin tertemiz oluşu da, kapı meselesi de cinayetin dellileriydi ama devlet gözünü kapatıyor. G-3 silahıyla bir metrekarelik kulübede intihar edemezsin. G-3 çok ağır bir tüfektir, silahı ensene dayayıp bir yandan da tetiğe basabilir misin? Yapamazsın. Kendi ensesine tüfekle ateş edebilir mi bir insan? Diz çöktürmüşler, sıkmışlar…
Komutanlarla ilk görüşmenizde neler konuşuldu?
İlk karşılaştığımızda eşim tugay komutanına, “Çocuğumu büyüttüm, askere gönderdim. Niye? Sen öldüresin diye mi?” dedi. Komutan da, “Çocuğunu buraya göndermesen Kandil’e gönderecektin” diye cevap verdi. Kandil’in yolunu çocuğum da biliyordu, ben de biliyordum. Gönderecek olsaydım gönderirdim, kendisi de gitmek isteseydi giderdi zaten. Askerliği seçti; şerefiyle, namusuyla sonuna kadar geldi ama öldürdüler. Uğur Diyarbakırlı ve Kürt olduğu için ona bunu yaptılar. Askerliğinin sonuna gelen çocuk niye intihar etsin?
Uğur’un birlikte askerlik yaptığı arkadaşlarıyla konuşma fırsatı bulabildiniz mi?
Komutanlarla görüştükten sonra Uğur’un arkadaşlarıyla konuşmak istedim. Beni yemekhaneye götürdüler. Manzara şu: 20 tane askeri oturtmuşlar, karşılarına da binbaşıdan alay, tugay komutanına kadar 50 tane subay dizilmiş. “Uğur’un arkadaşı kimdir?” dedim, korkudan kimse sesini bile çıkartamadı. Ben de kızdım, “Hiç mi bu masalarda beraber yiyip içmediniz? Hiç mi arkadaşlığınız olmadı?” dedim. Subayları göstererek, “Bunlardan mı korkuyorsunuz!” diye sordum. Sonra bölük komutanları tek tek sormaya başladı: “Ahmet, sen kalk. Uğur intihar etmedi mi?” “Öyle komutanım.” “Mehmet sen söyle.” “Doğrudur komutanım.” Bölük komutanı sordukça askerler başlarını salladılar.
Cenazeyi niçin teslim alamadınız? Uğur’un cenazesini memleketi Diyarbakır yerine niçin Malatya’ya gönderdiler?
Haberi aldığımızda, cenazeyi Malatya’ya göndereceklerini söylemişlerdi. Yol boyunca komutanlara, “Ben gelene kadar bekleyin, cenazemi kaldırmayın” diye yalvardım. Komutan topu savcıya atınca savcıyı aradım. “Çocuğumu askere gönderdim, devlet çocuğuma sahip çıkmadı. Hiç değilse cenazesini teslim almama izin verin” dedim. “Haddini bil” deyip telefonu yüzüme kapattı. Malatya’ya niye gönderdiklerini de sonradan anladım. Diyarbakır’da da Adli Tıp var, ama Uğur’u özellikle Malatya’ya gönderdiler. PKK mensuplarının cenazelerini hep Malatya’ya gönderirler, Uğur’a da dağdakilere yaptıkları muameleyi layık gördüler. Bir asker vurulduğu zaman, komutanının yalandan da olsa gözyaşlarını görüyoruz; merasim oluyor, yas tutuluyor, cenaze tabuta konup üzeri bayrakla örtülüyor. Uğur’un cenazesini apar topar battaniyeye sarıp bir arabanın arkasına atmışlar. Bu kadar vahşet, bu kadar nefret olur mu? Uğur’u Malatya’dan battaniyeye sarılı halde teslim alıp Diyarbakır’a götürdük, defnettik.
Uğur’un ölümüne ilişkin ayrıntılardan, size daha sonra gelen isimsiz mektup sayesinde mi haberdar oldunuz?
Asker arkadaşları bir ay sonra, Mayıs 2011’de bana isimsiz bir mektup gönderdiler. Mektupta, “Amca, siz o gün yemekhaneye geldiğinizde sizi gördüm. Gerçekleri size anlatırdım ama subayların korkusundan konuşamadım” deniyor. Uğur’un o gün nöbeti olmadığı, ölümünden sonra nöbet çizelgesinin yeniden düzenlediği anlatılıyor. “Olaydan sonra komutanlar bizi toplayıp Uğur’un kendini vurduğunu, bu konu hakkında konuşanın askerliğinin bitmeyeceğini, buradan sağ çıkamayacağımızı söylediler” diye yazıyor. Uğur’un tezkere alan arkadaşlarını hepsini bulup konuştum. Hepsi Uğur’un intihar etmediğini, komutanlar tarafından öldürüldüğünü söylediler. Ahmet Uzuntaş isimli askerin infaza tanıklık ettiğini belirttiler. O kişiye de telefonla ulaştım. Bana, “Amca lütfen yanıma gelme, pasaportumu çıkarttım yurt dışına gidiyorum” deyip telefonu kapattı. Bir daha da o numaradan kendisine ulaşamadım. O mahkemede tanıklık etse belki olayın aslı anlaşılacaktı.
26 Nisan 2011 tarihli Özgür Gündem gazetesinden.
26 Nisan 2011 tarihli Özgür Gündem gazetesinden.
Yargı süreci nasıl ilerledi?
Hemen dava açıp basına durumu anlattım. Komutan Hasan Nevzat Taşdeler, Yavuz Yarbay ve Ahmet Yüzbaşı sanık olarak yargılanıyorlar. Ancak davada hala önemli bir gelişme olmadı. Adli Tıp’tan gelen ilk rapor, intihara ilişkin herhangi bir delile rastlanmadığını söylüyordu. Bu raporun mahkemeye ulaşmasından aylar sonra, savcı ikinci bir rapor talep etti. O istemin üzerinden de 8 ay geçti, hala bekliyoruz. Olayı kapatmak istiyorlar. Birinci raporda delil yoktuysa ikinci rapor neden istendi?
Size gönderilen mektup mahkemeye delil olarak sunuldu mu?
Mektup, kimin yazdığı belli olmadığı için delil olarak kabul edilmiyor. Uğur’un arkadaşlarının tanıklıkları da, infaz anına şahitlik etmedikleri için bir anlam ifade etmiyor. İşin gerçeği, Adli Tıp’tan gelen rapor ortadayken başka delile, tanığa gerek yok. O daracık kulübede bir insanın G-3 tüfeğini ensesine dayayarak intihar edemeyeceği raporda yazıyor. Uğur’un sözde intihar ettikten sonra nöbet kulübesinde çekilmiş fotoğrafları var. Fotoğraflarda Uğur’un sırtı ve kafasının duvara dayalı olduğu, tüfeği kucakladığı, namlunun da kafasına değdiği görülüyor. Bu pozisyonla, komutanların iddiaları çelişiyor; ensesine ateş edebilecek birinin öldükten sonra bu halde durmayacağı raporda yazıyor. Uğur’u infaz edenler, aceleyle bir şeyler tertiplemişler ama ne yaptıklarını kendileri de bilememişler.
Meclis Dilekçe Komisyonu’na yaptığınız başvuru basının gündemine de geldi. Komisyon’un yaptığı araştırmadan herhangi bir sonuç çıktı mı?
Her yere dilekçe yazmaya devam ediyorum. Meclis Dilekçe Komisyonu’na, İnsan Hakları Komisyonu’na, Başbakanlığa, Cumhurbaşkanlığına, Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’na defalarca dilekçeler gönderdim. Cevapları hep aynı: “Araştırılıyor.” Belki evde yüz tane böyle iki satırdan oluşan cevap var. “Araştırılıyor” diyorlar, başka da bir şey söylemiyorlar. Dilekçe Komisyonu’na yaptığım başvuruyu basın gündeme getirdi ama işin aslı komisyon hiçbir şey yapmadı. Başvurumu kabul ettiler, kayıt altına aldılar o kadar. Sizin anlayacağınız, “Araştırılıyor.”
Davanın bundan sonrasına ilişkin beklentileriniz neler?
İkinci rapor da gelse, üçüncü rapor da gelse gerçek değişmeyecek. Uğur’un intihar etmediğini söyleyen ilk rapora rağmen, ikinci raporda intihar delili mi uyduracaklar? İkinci raporda failleri aklamaya yönelik ifadeler olması halinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuracağız. Kendi davamız dışında, biz aile olarak bu olayların son bulması için bir şey yapamayız. Çünkü biz devletin gözünde bir hiçiz. Ancak sivil toplum örgütlerinin ve demokrat basının çabalarıyla bu olaylar engellenebilir. Yeter artık, bu kan dursun. Analar, “Çocuğum gitmiş, vatan sağ olsa bana ne!” diyorlar. Ben şimdiye kadar tüm çevremle kardeşçe yaşamışım. Çocuğunu büyütüp askere yollamışım, hiç uğruna öldürmüşler.
TSK bünyesinde zorunlu askerliğini yaparken hayatını kaybeden, intihar ettiği öne sürülen pek çok kişi var ve bu olaylar gün geçtikçe artıyor. Bu artışı nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Gençler askere gittiklerinde psikolojileri bozuluyor” diyorlar. Psikolojileri bozuluyorsa mesulü yine askerdir. Psikolojisi bozulduğu zaman sen o çocuğun annesine babasına telefon açtın mı? Hava değişimine yolladın mı? İzin verdin mi? “Psikolojisi bozulup intihar etti” diye bahane olmaz. Gerçek sebep, ölenlerin Kürt veya Ermeni olmaları, öteki olmaları yani. Uğur vurulduktan sonra onlarca telefon geldi bana. Arayanlardan biri, “Çocuğum uzman çavuştu, Kürt olduğu için öldürüp intihar süsü verdiler” dedi. Uzman çavuş niçin intihar etsin? Beğenmiyorsa istifa eder gider evine, zorunlu askerlik yapmıyor. O kadar çok kişi benzer hikayelerini anlattı ki…
Zorunlu askerlik yapma yükümlülüğü olan başka çocuğunuz var mı?
Üç tane daha oğlum var ve hepsi de okuyor. Üçü de, “Ya ağabeyimin başına gelenleri ortaya çıkaracaklar, adalet yerini bulacak, ya da askere gitmem. Beni askere gönderirseniz kendimi öldürürüm” diyor. Ağabeylerinin intihar etmediğini, öldürüldüğünü biliyorlar. Nasıl gidecekler askere? Eğer bilsem ki Uğur Pamuk intihar etti, şerefim namusum üzerine yemin ederim ki evimden çıkmam, “Allahım, kaderimiz buymuş” deyip şükrederim. Birazcık şüphem olsa adaletin peşinden koşmam. Ama yüzde yüz eminim ki çocuğumu vurdular. Sen kendini benim yerime koy. Komisyon başkanı, Başbakan kendilerini benim yerime koysunlar. Diğer çocuklarımı nasıl gönderirim askere?
Mehmet Reşat Pamuk, dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle polis tarafından öldürülen Cem Aygün'ün akrabalarının yargılandığı duruşma ertesinde basın açıklamasında. Fotoğraf: Doğu Eroğlu
Mehmet Reşat Pamuk, dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle polis tarafından öldürülen Cem Aygün’ün akrabalarının yargılandığı duruşma ertesinde basın açıklamasında. Fotoğraf: Doğu Eroğlu

Russell Lee - Mothers and Children, ctd



Here's another set of photos by Russell Lee of mothers and their children.

 Mrs. Paul Rauhauser and two of her seven children in their home at Ruthven, Iowa, 1936

 People living on river side of levee, Caruthersville, Missouri, 1938

 Spectators at the contests for miners at the Labor Day celebration, Silverton, Colorado, 1940

Tub of stringbeans in sharecropper's home, New Madrid County, Missouri, 1938

 Wife of carpenter and her baby who live in community camp, Oklahoma City, Oklahoma, 1939

 Woman teaching children at home, Transylvania, Louisiana, 1939

 Woman and child, flood refugees in schoolhouse, Sikeston, Missouri, 1937

Young Indian mother and baby, blueberry camp, near Little Fork, Minnesota, 1937

Russell Lee - Mothers and Children

Here's another set from Russell Lee. Mother with their children. There's something very primal about all of these images.

 Agricultural workers wait in the clinic at the FSA farm workers community,
Woodville, California, 1942
 Farmer's wife washing clothes and watching son at same time, near Morganza, Louisiana, 1938
 Mexican mother and child in doorway, San Antonio, Texas, 1939
 Mexican mother and child in home. Crystal City, Texas. 
This woman had given birth to baby on bed while she had an advanced case of gonorrhea, 1939
 Mexican woman and son looking out of window into corral, San Antonio, Texas, 1939
 Mother and child of agricultural day laborers family encamped
near Spiro, Sequoyah County, Oklahoma, 1939
 Mother and child, FSA clients, former sharecroppers,
just before moving to Southeast Missouri Farms, 1938
Mrs. John Scott, wife of a hired man, with one of her six children, near Ringgold, Iowa, 1937


G. G. Bain


George Grantham Bain was a prolific photographer in the late 1800s and early 1900s. He founded a news photography agency. Over 40,000 Bain service photos can be seen in raw form at the Library of Congress.



 Actors Benefit for Crippled Children, 1908




 Actors' strike, New York, 1919

[It's a sea of boaters!]




 Anatomy Class circa 1905




 Babe Ruth and John McGraw, 1923

[Here are two of the most iconic figures in baseball history.]




 Children in swings, Hamilton Fish Park, New York




 Children playing in steerage, Friedrich der Grosse

[The Friedrich der Grosse was a civilian passenger liner in the late 1800s.]




 Delivering matzos & matza flour, 1908




 East Side women discussing price of meat during meat boycott, 1910

[The 1910 meat boycott, to protest high prices,
began in Cleveland, Ohio and spread across the nation.]




Flathead Indians holding family gatherings on the west side of Glacier National Park